Topes de Collantes rotasından zorlu inişi kah bisikleti iterek kah binerek bitirdikten sonra yolun kalan kısmını kazasız belasız atlatıp şahane, güneşli bir günde Tirinidad şehrine girdim. 1988’den beri UNESCO Dünya Mirası olarak koruma altında olan minik bir kent burası.
Sallana sallana parka geçtim, bir anda ortalık kalabalık müzik grubuyla şenlendi. Meğer karnavalın son gününe denk gelmişim. Kalacağım ev meydana çok yakındı. Eve yerleştikten sonra şehri keşfe çıktım. Unesco tarafından korunduğu için şehrin tarihi merkezinde yollar şose olduğundan bisikletsiz, yayan gezmeyi tercih ettim.
Festival için civar yerleşimlerden gelen atlılar da taş döşeli yollarda kah dörtnala kah tırıs koşturarak ata binme konusunda maharetlerini sergiliyorlardı.Sokak aralarında sıcaktan bunalıp gölgeye kaçarken Felix ile biraz muhabbet ettim. Felix Küba’nın batısı, Pınar del Rio’dan bir heykeltraş. Rengi ve dokusu nedeniyle özellikle maun (caoba) ağacıyla çalışıyor.
Vee ‘la casa de trova’ yani Küba müziğinin kalbinin attığı yeri keşfetmem uzun sürmedi. Trova şüphesiz Küba müziğinin en derin köklerinden birisi. Birinin Küba’da ‘travador’ kabul edilebilmesi için üç şeye gerek var 1. kendi düzenlediği ve/veya başkalarını düzenlediği şarkıları söyleyebilmek 2. Gitar ile bu şarkılara eşlik edebilmek 3. Şarkıları şiirsel ele alabilmek. Buraya akşam geç saatte gittiniz mi 1 dolar ama akşam 8:00’den önce giderseniz ücretsiz.
Eminim kafeterya fotoğrafı görmekten sıkıldınız ama buralar olmasa karnım doymazdı. Hemen her sokakta, kendi evlerinin mutfaklarında pişirip sattıkları atıştırmalık ve meyve sularıyla az da olsa bütçelerine katkıda bulunan Kübalılar, özellikle sudan ucuz meyve sularını özlüyorum.İnternetlerin damla damla olduğu ve her bir damlasının çok pahalı olduğu Küba’da bildiğiniz anlamda oyuncak da yoktu. Çocuklar genelde kendi icat ettikleri şeylerle ve de en çok havası az inmiş futbol topuyla sokaklarda oynamayı seviyorlar.
Akşam epey yorgun ama mutlu eve döndüm. Ev halkıyla muhabbet ederken akşama festivalin kapanış günü nedeniyle geçit töreni olacağını öğrendim. Yağmur yağınca herhalde tçren mçren olmza diye beklerken, yağmur diner dinmez tüm mahalleli ana yolda yerimizi aldık ve töreni izledik. Önce okullar, resmi kurumlar ardından dansçılar Küba’nın salsa ritimleri ile geçiş yaptı. Maalesef kamerasız çıktığım için bu güzel geceden anılarımdan başka bir şey yok elimde
Ertesi gün erkenden yola çıktım yaklaşık 10 km civarında pedallayıp Ancor plajına gidip, kaarayiplerde yüzmenin tadını çıkaracaktım.
Yolda bisikletime yan yan koşarak saldıran yengeçler ve kıvrık kuyruklu şirinlikleriyle kalbimi durduracak iguanalardan kaçarak sabahın köründe plaja indim.
Koca plajda benden başka kimse yoktu, burası biraz da olsa sahipli sayılır. Devletten bu alanları kiralayıp, temiz tutup şemsiye vs dikip turistlerden 1 dolar alarak geçimlerini sürdürenler var. Küba’da dolar kazanmak istiyorsan turistik işe girişeceksin.
Ertesi gün ev sahiplerim, Lydia ve Julio’ya veda edip erkenden yola koyuldum. Bu erkenden yola koyulmalara bayılıyorum hava yumuşak, güneş henüz tüm gücüyle sizi yere sermek için savaşmıyor, buralarda zaten pek trafık de yok :) Sabah enerjisiyle ilk bir iki saatte 20-30 km yol kat etmek mümkün. Tabii Tirinidad’dan Santi Spiritus’a doğru gidecektim ve bu yol boyunca görülecek/durulacak bir sürü nokta vardı. Ayrıca sol yanımda Escambray dağları Santi Spiritus’a kadar bana eşlik edecekti.
İlk durak ‘Valle de los Ingenios’a tepeden gören bakacak noktası. Valle de los Ingenios – Şeker Fabrikaları Vadisi birbirine bağlı üç vadiden oluşuyor; Santa Rosa, San Luis ve Meyer. 18. yy sonlarından 19.yy’ın sonlarına kadar şeker üretiminin merkezi olan bu vadide zamanında 50’nin üzerinde fabrika şeker kamışı işlenmekte ve 30000 üzerinde köle bu fabrikalarda çalışıyormuş. Fotoğrafta soldan ortaya doğru takip edeceğim yolu görebilirsiniz.
İkinci durak zamanında buraların en zengin ve güçlü ailelerinden birine ait bir plantasyon ‘Manaca Iznaga’. Uzaktan belli belirsiz seçilen kule bir zamanlar efendilerinin köleleri üzerindeki gücü, Iznaga ailesinin sosyal konumunu ve şeker endüstrisindeki yerini yansıtan en yüksek yapı, Torre de Iznaga.
Kah alarm, kah kaçan köleler, kah dua saatleri gibi bir sürü değişik amaç için kullanılan, bir zamanlar Küba’nın en yüksek yapısı sayılan, 45 metrelik çan kulesi olanca haşmetiyle karşımdaydı. Bisikleti bırakıp en tepesine kadar çıktım. Vadinin ve uzaktaki Escambray dağlarının manzarası nefes kesiciydi.
Küba’da özellikle beyaz üzeri el işi kanaviçe en çok karşılaştığım hediyelik eşya
Bir de bu el yapımı bir tarafında beyaz bir tarafında da siyahi bebek olan oyuncaklar
Kırsalda bisikletle gezerken en çok özendiğim şey minik bahçe içindeki evlerdi. O güzelim güneş, o yemyeşil bahçe, o huzurlu ağaç gölgesi benim olsa acaba başka yerlerin hayalini kurar mıydım? Ama sizi yanıltmayayım Küba tarihi binalar, minik küçük evlerden ibaret değil. Her yerde görebileceğimiz bu çirkin apartmanlardan da fazlasıyla var. Sanırım şeker işlemeye gelen işçiler için yapılan işçi evleri
Soluklanmak ve 3. kez dondurma yememe geöerli bir neden bulmak için mola verdim. Karşıki bardan çıkıp bizlere nutuk atan sarhoşun keşke dediklerini tam anlayabilseydim. Tüm mahalle karşısına geçmiş arada laf yetiştirip sarhoşun nutuklarını dinliyordu, ben de dondurmamı kapıp yerimi aldım.
Yine tatlı bir yorgunlukla tarihi tren istasyonunu takipen Yayabo nehri üzerinde uzanan üç kemerli tarihi köprüyü geçerek şehre girdim. Kalacağım evi fazla dolanmadan kolayca bulup yerleştim. Ev sahibim Martha’nın bacak kaslarında sorun var, sivri sineklerin bulaştırdığı bir hastalıktan şüpheleniyor ama kesin tanı ve tedavi yok anladığım kadarıyla. Kaslarında açılma ve ağrı olduğundan zor yürüyor ne yazık ki.Evin kalbi mutfak :) Burada da her evde olduğu kadar kitch dekorasyon zevki evi ele geçirmiş durumda. Zar zor kazandıkları parayı plastik meyveden, plastik çiçeklere, dünya kadar işe yaramaz biblo ve ailenin çocuk bireylerine ait birbirinden saçma pozlarla dolu stüdyo fotoğraflarına harcamalarını sanırım hiçbir zaman anlayamayacağım. Küba’da konakladığınız evlerde genelde uygun fiyata yemek yiyebiliyorsunuz. Sokaktan yediğinizde 1 dolar civarı harcarsınız, evde yediniz mi yaklaşık 3 dolar işin içine et balık girdi mi fiyatlar değişebilir. Yorgunluktan ve meraktan yemek yediğim tek ev burasıydı. İnanılmaz lezzetli ve doyurucuydu. Bir de süslü masa, size hizmet eden birileri olunca insan ister istemez bir utanıyor, sıkılıyor.
Ertesi gün Santi Sipiritus sokaklarını dolaştım. Yaklaşık 10 yıldır giydiğim sandaletlerimin tabanını yapıştırtmak için ayakkabıcıya gittim, yalınayak sandalet beklerken tamircinin bacağındaki dövmenin mikrop kaptığını fark ettim. Bir insan bacağında neden ‘gollum’un yüzünü ister aklım ermiyor tabii. Neyse ki çantamda kullanmadığım bir bepanthen krem olacaktı deyip yalınayak eve dönüp kremi kendisine verdim.
Eczaneler de öyle bildiğiniz gibi kutu kutu marka marka hap yok. Eczacılar eski usül reçetenize göre sizin için ilacınızı hazırlayıp veriyor.
Bu et işi çok sakat diyeceğim ama Meksika’dan beridir etleri bir kez bile buzlukta görmedim. Hep dükkanlarda, halk marketlerinde tezgahta satılıyor. Hava cehennemden biraz daha az sıcak ama sadece biraz, acaa biz mi bu buzdolabı işini abartıyoruz, bilemiyorum
Yine şehrin merkezi bir alanında sadece yayalar için yapılmış yürüme ve dinlenme alanı
Evlerde her zaman yemek satılmıyor, bazen ev eşyası, mutfak gereçleri satıldığı da oluyor.Çocuklular için bisiklet
Esas yoldayken çok gördüm ama fotoğraf çekebilecek durumda değildim. En azından meydanda rastlayınca rica edip çocuklu bisikleti iş başında görüntüledim.
Yoyoba nehrinin iki yakasını bağlayan köprünün fotoğrafını çekmek için altına inince bu güzelim graffitilerle karşılaştım.
Tarihi Yoyoba köprüsü – Küba’nın halihazırda işlevini koruyan en eski köprüsü
Sakin, sessiz ve huzurlu akıp giden Yoyoba Nehri
Ertesi gün erkenden otobüsle Santiago de Cuba’ya gidip dönüşü bisikletle yapmak istedim ancak festival nedeniyle otobüsün kargo/bavul bölümleri ağzına kadar doluydu ben de mecburen Martha’nın evine geri döndüm. Santiago de Cuba’ya bisikletle gidebilirdim ama bu sefer de orada geçirecek vaktim olmayacaktı. En büyük isteğim Santiago Cuba ile Manzanillo arasını güneyden dağları takip ederek pedallamaktı ve Cuba’da en yüksek dağ olan Pico Turquino’ya tırmanmak ve mümkünse bir zamanlar ormanlarında devrimcileri saklamış Sierra Maestra dağlarında yürüyüş yapmak. Tüm bunları bir başka ziyaretime bırakıp, adanın kuzey rotasını izleyerek Havana’ya dönmeye karar verdim.
Yine yeniden ilk gün ışığıyla Remedios şehrine doğru pedal çevirmeye başladım.
Küba’da yemeğe doyamayacağınız bir sürü şey var ama en tatlısı, en şahanesi dondurma
Büyük şehir, küçük köy fark etmiyor hemen hepsinde ihtiyaca cevap veren okul bulmak zor değil. Küba’da eğitim ve öğrencilerin başarısını zaten ben anlatmayayım, bu konuda açık ara Latin Amerikadaki en başarılı ülke.
Remedios’a gitmemdeki tek amaç Küba’da epey yaygın olan Santería dinini evinde konuk kalacağım kişiden daha detaylı öğrenmekti ancak maalesef misafir evi yerinde yeller esiyordu en iyi ihtimalle sahibi de taşınmıştı. Mecburen başka bir misafir evi bulup yerleştim. Yemek yemek ve şehri gezmek için dışarı çıktım. Burada da festival günüydü ve türlü çeşit hazırlık yapılıyordu.
Bütün Kübalıların böyle bir defterleri var. Aylık pirincini, fasulyesini, kahvesini bu şekilde karnesine işleyip parasız alıyor. Aynı dükkandan ben alışveriş ettiğimde ise şu minik kahvenin fiyatı 1 dolar
Dondurmadan başka yanarım yanarım saçlarımı Küba stili şekilli kestiremediğime yanarım :/ Genelde tepeyi bırakıp yanları iyice kısaltıyorlar, daha sonra yanlara jiletle yıldız, şimşek vb. şekilleri kazıyorlarKüba’da en sevdiğim şeylerden birisi, sıcaktan insanların kapı, cam her yer açık takılmaları. Çoğunun sandalyelerini kapıp sokakta oturması. Evler, sokağı dışarıda bırakan kapalı kutular değil aksine sokağın uzantısı, bir parçası olmuşlar. Yabancı da olsanız, selamlaşıp sohbet etmeniz, kedilerini sevmeniz tuhaf karşılanmıyor.
Geceden sabahın erken saatlerine kadar kutlama mı yaptılar, yoksa sabahın köründe kutlama için mi kalktılar bilemeyeceğim ama havai fişeklerin ve düşen dev fişek çubuklarının gazabına uğramamak için biraz oyalanıp yola koyuldum.
Remedios’tan sonra varacağım nokta Sagua La Grande şehriydi. Gıda, şeker, kimya ve makine endüstrileri ile varlığını sürdüren şehir pek de turist el kitaplarında bahsi geçen bir yer değildi. Yol boyu mısır ve fasülyelerini kurutanlarla selamlaşıp sakin, güneşli havada pedallamanın tadını çıkardım. Düşündüğümden de erken varmıştım şehre, karnımı doyurup kalacak yer konusunda mahalleliyle sohbet ettim. Yemek yediğim kafenin karşısında oturan genç bir kadın bisikletime bisikletle eşlik edip beni bir kaç blok ötedeki kayıt dışı misafirhaneye götürdü. Kalacak oda hayet güzel olmasına rağmen 15 dolardan aşağısını kabul etmeyen evsahibine biraz gıcık oldum ve teşekkür edip şehir merkezine geri döndüm. Yüklü bisikletle dikkat çekmemek mümkün değil, dolayısıyla bana yardımcı olacak başka birilerini bulmam pek uzun sürmedi. Genç bir çift yine bisikletle bana eşlik edip az biraz şehrin dışındaki yine kayıtdışı misafirhaneye götürdüler. Misafirhanenin sahibi Dito isminde sevimli bir ihtiyardı. Kedilerin sevdiği ve güvendiği adamı benim sorgulamam yersiz olduğundan kalmayı kabul ettim. 120 MN kulağa epey pahalı gelse de hepi topu 5 dolar ediyordu. Tabii 10 -15 dolarlık misafirevlerinin lüksünü bulmanız mümkün değil, hoş benim de pek umurumda olan lüksler değil. Klimasız da uyuyabiliyorum.
Duş alırken yanısıra yıkadığım çamaşırları evinin balkonuna asmama izin verince üst kata Dito’nun evine çıktım. Çamaşırları astıktan sonra bana evini gezdirdi. Gayet mütevazi bir evi vardı. Çocuklrının odası artık torunlarının odası olmuştu.
Sagua la Grande Nehri
Nehrin iki yakasını bağlayan demir köprü; Triunfo
Dito’dan kiraladığım odam. İlk kez MN yani yerel para birimiyle Kübalıların kaldığı, turiste özel hazırlanmamış bir misafirhanede kaldım :)Dito
Yolumdan 8-10 km kadar sapıp bir sonraki geceyi Baños de Elguea’daki tek otelde geçirdim. Hatta dayanamayıp otelin spasında masaj yaptırdım. Tutulan kaslarım gevşeyince de kendimi havuzbaşına attım. Havuz girmek istemeyeceginiz kadar kalabalıktı. Bir an kendimi az da olsa parayı bulmuş pek sevimli orta sınıf türk aileleriyle çevrelenmiş hissettim. Sanki Küba yerine Antalya’da bir otelde havuzbaşındaydım. Havuz kuralları 1. Havuzda içki içmeyiniz, bardakla ve şişeyle havuza girmeyiniz, hemen herkesin elinde ya kadah ya şişe vardı. 2. Havuzda yemek yemeyiniz, garson biten boşları toplayıp ikinci servisi sunuyordu. Ne diyordum, havuz kuralları bir bir yıkılırken kendimi boş bir şezlonga atıp az sonra yağacak yağmuru beklemeye, bir yandan da otlarımı düzenlemeye giriştim.
Ne kadar uzaklaşırsan uzaklaş insanların geçmişleri, gelecekleri ne kadar farklı da olsa aslında hepimiz çok da benzer hayatlar yaşıyorduk. Yine o hayatın bir nehir gibi yanımda aktığı benimse arada sırada ayaklarımı sokup su soğuk mu diye yokladığım tuhaf anlardan biriydi.
Yine nabzımı sayamadığım, sıcaklarla baş etmeye çalışan vücudumu soğutabilmek için dinlenmek üzere daldığım parkta bu şirin veletler rahat vermedi. Her seferinde bisikletleriyle daha da yakınımdan geçerek dikkatimi çekmeye çalıştılar. ama kendileriyle bırak oynamayı, konuşacak gücüm kalmamıştı.
Parkta uzanamayınca mecbur az daha ileleyip sütunlu yolda kendime bir gölgeliğe attım. Banka ve fırının hemen önünde olduğumdan gelip geçen bir iki kişi halimi hatrımı sordu. Sanırım 10. denememde 30 dan sonra aklım başka düşüncelere daldıığından nabzımı saymayı bırakıp gözlerimi kapatıp nefesime odaklandım. Bir saate yakın dinlendikten sonra yeniden yola çıkmaya hazırdım.
Cardenas şehrinin ispanyollara özgü merkezi-meydandan ziyade Kuzey Amerikan şehirlerini andıran ızgaraya benzer bir yapısı var; tüm sokaklar birbirini kesmekteydi ve sanırım pek de çıkmaz sokağı yok gibiydi.
Burada kalmak istemezseniz ki, bu gayet anlaşılır çünkü misafirevlerinin fiyatları oldukça yüksek. 20 dolardan bir kuruş aşağı inmiyorlar. Maalesef Cuba’nın tüm paralı turistlere pazarladığı ve gurur duyduğu yapay oteller kenti Varadero’ya yaklaştıkça fiyatları kontrol etmek ve pazarlık epey zorlaşıyor.
Ancak Varadero yerine Coliseo ve Limonar’a doğru devam ederseniz yol üzeri kamp atılacak alanlar bulmak mümkün hatta Coliseo’da sadece Kübalıların kaldığı bir otel de var ve eminim fiyatı gayet makuldür.
Cardenas’ın geniş sokaklarında yemek yiyecek ucuz kafeterya arayışım fazla uzun sürmedi son kalan bir bardak mango suyunu yudumlarken hava patladı ve yağmur indi. Kamp atmak için yola devam etseydim sanırım yağmura yakalanacaktım, her işte bir hayır var diye dalgın dalgın sokağa, yağmura bakarken önümde faytonu çeken at ıslak asfaltta kayıp düşünce kemiklerim sızladı, düştüğü hızla kalkıp yoluna devam etti. Kimbilir kendisi ne hissetti ama aklıma her geldiğinde benim hala kemiklerim sızlıyor. Belki de kendi zarafetten yoksun düşüşlerimdir beni bu kadar etkileyen.
Ertesi gün epey zorlu çünkü yağmura yakalanmadan Matanzas’ın ötesindeki plajlar bölgesine varmayı istiyordum. Tahmin edebileceğiniz üzere Cardenas’tan ayrıldım ve fazla uğraşmadan çok kolay bir şekilde şehirden çıktım. Matanzas’a gayet makul bir saatte vardım, deniz kıyısında biraz mola verdim. Sonrasında soğuk su aramaktan ve bulamamaktan yola devam etmekte epey geciktim. Aşağıda Bacunayagua vadisini bir uçtan diğer uca bağlayan Küba’nın en yüksek köprüsüne 2-3 km kala yağmur olanca şiddetiyle bastırdı. Mecbur yol üstündeki turistik bir lokantaya sığındım.
Yağmur dinince muhteşem vadiyi birleştiren köprüyü geçerek bu fotoğrafı çektiğim bakacak noktasına pedalladım. Alelacele bisikleti bahçedeki ağaç dibine itip kilitledim ve fotoğraf çekmek için terasa yöneldim. Terasın altında bir başka doğal teras vardı, yemyeşil tam kamp atmalık kafamda acaba kimden izin almalı diye geçirirken dev kırkayaklar gözüme çarptı. Yağmurdan sonra hepsi saklandıkları deliklerden çıkmış pervasızca bisikleti bıraktıpım ağacın ve duvarın üzerinde dolanıyorlardı. (hah bir de böcekler senden izin alacaktı! Tabii kamp yapma düşüncesinden hemen vazgeçtim.
Yolda kah durup kah yağmurla pazarlık ederek en sonunda plajlar bölgesine vardım. Planım burada bulunan ‘campismo’lardan birine kapağı atmaktı. Campismolar Kübalıların yazın dinlenip, tatil yapılabilmesi için tasarlanmış mütevazi sayfiyelerdi. Bazıları yabancılara da hizmet verebiliyordu. Çok ucuza kalınan bu sayfiyelerin hepsi yabancılara açık değil maalesef. Yol üzerinde bölgedeki campismoların minik idare bürosunda müdürü beklerken güneş yavaş yavaş alçaldı ve batmadan önce son numarasını sergiledi.
Müdür tam bir kitap adamı olduğundan bahçeye kamp atmama izin vermedi tüm campismolar dolu olduğundan ben de yola devam ettim. Şansımı Villa Loma isimli sayfiyede deneyecektim. Hava tamamen karardığında sanırım girişi kaçırıp yengeçlerle dolu sahile vardım. Aslında sahil tam kamp atılacak bir yerdi ama yol boyu bir kaç kişiyle konuştuğumdan ve 15 dakika önce az da olsa alkollü bir grubu geride bıraktığımdan kamp atmaya cesaret edemedim. Geri dönüp Villa Loma’nın girişini buldum ve geceyi kendime ait kocaman bir evde geçirdim. Dahası mutfak kapandığı için işletmeci kadın mutfaktan özel olarak pilav kurufasülye getirdi ve kendı kahvesinden verdi.
Yine erkenden yola çıkıp tuzlu ve yosunlu deniz kokusuyla Havana’ya doğru yola koyuldum. Havana’ya yakın minik bir yerleşim Guanabo kalbimi çaldı çalmasına ama yola devam ettim. Kısmet belki başka zamana daha uzun kalma şansım olur. Bu arada yolumun üzerinde İtfaiyeyi görür gibi oldum emin olmak için geri döndüm, gerçekten itfaiyeymiş. Küba’da itfaiye askeriyenin bir parçası ve askeri bölgelerde durmak/kalmak yasak. Sadece itfaiye tabelasının fotoğrafını çekmeme izin verdiler.
Omuzlarımda tatlı bir yorgunlukla sokaklarına ve trafiğine aşina olduğum Havana’daki hostelime rahatça ulaştım.
Epey geriden gelen yazılarımı toparlamaya çalışıyorum. Sırada Meksika’nın Yucatan bölgesi, Belize, Guatemala, El Salvador, Honduras ve Nikaragua var. Şu an Nikaragua’nın Granada kentindeyim ve yine dişlerim ağrıyor :/ umarım düzelecek diş etlerim iltihaplanmaya çok yatkın maalesef. Şimdilik gayet iyiyim sadece yolda olmayı özledim.